Özet:
İnsan-kâinat ilişkisinde insana daha çok efendi rolü biçilmektedir. Yerkürenin sunduğu imkânları kullanma, fayda temin edeceği kaynakları keşfetme, elde etme ve tüketim noktasındaki önceliği, sınır tanımazlığı insanın bu rolünü güçlendirse de aynı durumu farklı okumak da mümkündür. Çünkü insanın yaşaması için havaya, suya, toprağa ve yerkürenin diğer kaynaklarına ihtiyacı bulunmaktadır. Bu muhtaçlık ve yerkürenin bahsi geçen kaynaklarının sonsuz olmadığı gerçekliği, kendisini yeryüzünün efendisi addeden insanın aynı zamanda aciz bir varlık oluşuna da işaret etmektedir. Söz konusu acziyet karşısında insan, farklı psikolojik ve sosyolojik dinamiklerle ihtiyacından fazlasını elde etmeye ve tüketmeye yönelik bir tutum takınabilmektedir. Özellikle insan sermaye ilişkisi bağlamında son yüzyıllara damgasını vuran, Batı orijinli kapitalist ekonomi ve toplum modeli, tüketimi ve rekabeti ön plana çıkarırken, farklı kesimler arasındaki gelir ve kaynak dağılımındaki adaletsizliği günbegün derinleştirmektedir. Dünyanın efendisi olmakla onun bağımlısı olmak arasında kalan insan, aynı şekilde sermayenin efendisi olmakla kölesi olmak arasında sınanmaktadır. Birleşmiş Milletler verilerine göre yerkürede altı yüz doksan milyon insan aç durumda. Yaşanan savaşlar, göç olgusu, salgın hastalıklar, etnik çatışmalar, kimlik buhranları vb. sorunlar yumağıyla tüketimi ve rekabeti besleyen bu tür bir dünya modeli, kendisine eşlik eden kalkınma, küreselleşme, bireysel hak ve özgürlükler, insan hakları vb. birçok kavramla birlikte insan ve toplum üzerinde köklü dönüşümlere sebep olmaktadır. Bilişim teknolojilerinde yaşanan hızlı değişimler, tüketim alışkanlıklarındaki benzerlikler ve müzik, moda, sinema gibi popüler kültür ögelerinin etkisiyle, bireyin içine doğduğu kültürün ve mensubu olduğu dinin, ahlâkî-dini gelişim alanları üzerindeki etkisinin kırıldığı, buna dayalı olarak kimlik problemlerinin, değer yitimlerinin (anomi) ortaya çıktığı, etnik ve dini aidiyet duygularının zayıfladığı gözlemlenmektedir. İslam’ın doğduğu ve kısa zamanda etkin bir dini-kültürel güç olarak hakimiyetini hissettirdiği Bizans, Sasani hükümranlığı altındaki Mezopotamya ile komşu Yunan, Hint ve Çin kültürel havzasında da bu anlamda manzara bugünden farklı değildi. Bu noktada; “İslam’ın etkin olduğu kültürel havzada yarattığı köklü dini-kültürel dönüşüme ve dönemin insan yaklaşımına katkılarını doğru okumak ve anlamak; güç egemen, sınıfsal ve etnik farklılıkların derinleştiği, insan-insan, insan-devlet ve insan-sermaye ilişiklerinin imtiyazlar ve güç üzerinden okunduğu tarihin diğer dönenmelerini doğru okuma noktasında bizlere katkı sunabilir mi?” sorusu, araştırmanın çıkış noktasını oluşturmaktadır. İlk bağlıları arasında daha çok fakirlerin ve sınıfsal anlamda alt tabakadan insanların yer aldığı, Mekke’nin soylusu, yetim Muhammed’in (as) ilk görevinin tevhit inancı doğrultusunda Allah’ı birleme ve bu sayede sınıfsal farklılıkları besleyen panteist yapıyı kırmak olduğu bilinmektedir. Onun üzerinde durduğu bir diğer husus ise müminlerin dünya ve sermayeyle, inançlarının gereği sağlıklı bir bağ kurmalarıydı. İslam’ın ilk bağlılarında yarattığı etkinin arka planında mutlak anlamda, dünya ve ahiret dengesini kurmaya yönelik yaklaşımı, zenginlik-fakirlik olgularına bakışı, insanlar arasındaki üstünlüğü takvada araması gibi köklü düşünce değişimlerinin etkisi bulunmaktadır. Bu doğrultuda İslam’ın zenginlik-fakirlik olgularına yaklaşımına dair Kur’an ve Sünnet merkezli bir okumada bulunarak, modern zamanlarda gitgide tehditkâr bir hüviyet kazanan tüketim toplumu ve onun dayattığı; tüketebildiği kadar kıymet ifade eden, değer aşınması boyutunu aşmış çoktan değer yıkımı boyutuna ulaşmış insan modeline dair analizlerde bulunmak, araştırmanın öncelikli amacıdır. Tüketim çağında, toplumu ve bireyi dönüştüren tüketim kültürüne karşı en etkili çözümün karşıt bir kültürel bakış açısı geliştirmek olduğu gerçekliğinden hareketle bu kültürel hareketin temel dinamiklerinden bir tanesinin eğitim olduğu açıktır. Öğrencisi için bir rol model olmanın yanı sıra onun gelişimine liderlik eden öğretmenlerin, tüketim çağında yaşanan değişimleri doğru okuması ve anlaması, eğitim sürecini bu doğrultuda şekillendirmesi de ona adeta bir sosyolog rolü biçmektedir. Eğitim sistemimiz içerisinde Zekat, Sadaka gibi ibadete dair bir takım konu başlıkları ile yardımseverlik, paylaşım gibi bir kısım ahlaki değerleri içeren konularda İslam’ın zenginlik ve fakirliğe bakışına değinme fırsatı bulunmaktadır. Bu anlatımlarda tüketim kültürüne ve onun tüketimi ululayan, rekabetçi, israfa dayalı vb. olumsuz yönlerine değinmek de din eğitimcilerin bahsi geçen sosyolog yönüyle ilgili görülmelidir.