Abstract:
Merkez ve Çevre kavramları, her toplumda var olduğu varsayılan Merkez ve Merkez tarafından kontrol edilen Çevresel bir alanın varlığına dayanmaktadır. Bunlar mekânsal bir sınırı ifade eden kavramlar olarak değerlendirilmenin ötesinde, değerler ve inançlar dünyasına ilişkindirler. Merkez ve Çevrenin
kültürel kopukluğu sadece makro düzeyde geniş toplum kesimleri arasında görülmez. Merkez ve Çevre
farklılaşması ve diyalektiği aynı zamanda mikro düzeyde belirli kurumlar, sınırlı ortam ve mekânlar
düzeyinde ve içerisinde de gözlenebilmektedir. Merkez ile Çevreyi birbirinden ayıran en önemli nokta,
birbirlerinden farklı ve hatta karşıt değer sistemlerine sahip olmalarıdır. Türk siyaseti açısından Merkez,
otoriter, merkeziyetçi, otoriter, seküler ve bütüncül değerler sistemini temsil ederken; Çevre, Merkezin
bu niteliklerinin tam aksine, âdem-i merkeziyetçi, liberal, din ve inanç özgürlüklerine daha değer veren
gelenekçi bir yapıda ortaya çıkmıştır. Bu çalışmada Merkez-Çevre ilişkileri Şerif Mardin ve Nilüfer
Göle’nin yaklaşımlarından hareketle anlaşılmaya çalışılacaktır.
Türk siyasi ve toplumsal hayatında Merkez-Çevre ilişkileri, etkileşimi ve sorunu ağırlıklı olarak Şerif
Mardin tarafından tartışılmış olup Nilüfer Göle de bu tartışmaya kamusal alan düzeyinde katkıda
bulunmuştur. Bu iki isim, Türkiye’de geçmişten günümüze gerçekleşen sosyal hareketliliği anlamaya,
anlamlandırmaya ve açıklamaya çalışmışlardır. Her iki düşünürün de temel çıkış noktasına göre, Merkez
ve Çevre olmak üzere her iki bölgenin de gerek mekânsal gerek de muhayyel sakinleri arasında bir
karşıtlık, mücadele ve zaman zaman politik ve sosyal gelişmelere göre farklılık gösteren bir mübadele
bulunmaktadır.
Mardin ve Göle’nin merkez çevre ilişkilerini okumaya çalıştığı kesimler olan seküler ile
dindar/gelenekçi grupların yavaş yavaş bir bölgesel mübadele içerisine girdikleri söylenebilir. Çevresel
unsurlar artık merkeze taşınmaya başlamışlardır. Bu taşınma hem zihinsel ve düşünce olarak Merkezin
dünyasını benimsemekle hem de Merkezin sahip olduğu sermaye ve pozisyonları elde ederek
gerçekleşmiştir. Artık denilebilir ki Merkezin ekonomik, politik ve toplumsal birçok önemli
pozisyonunda Çevresel unsurlar hakim olmuştur.
Dinî ve seküler çelişkisi, gündelik yaşam biçimlerinde, kadın-erkek ilişkisi anlayışında, bedenlerin
sergileniş biçimlerinde, inanç ve dünyevi işlerin nasıl düzenlendiğinde tanımlanmaktadır. Böylece
yaşam biçimlerinin şekillendiği ve toplumsal farklılıkların temellendiği kamusal alan, sekülerist ve
İslami kesimler arasındaki en önemli çatışma ekseni olarak karşımıza çıkıyor. Kamusal alanda
farklılığını ortaya koymaya başlayan dindar gruplar, Müslüman kimlikleri yeniden kurgulama ve
kamusal alanda yeniden bir konumlanma yoluna gitmektedirler. Böylelikle, Türkiye'de modernleşmenin
taşıyıcılığını yapan Aydınlanmacı seçkinlerin oluşturduğu ve devlet otoritesi altında gelişen kamusal
alanın seküler homojen yapısını ve kurallarını zorlamakta, politik çatışma yaratmaktadır.